0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
%

Türkiye'de 'merkez sağ' bir yansılsama mı?

12 Eylül 1980 Darbesi ile birlikte iktidara gelen Turgut Özal liderliğindeki ANAP, Türkiye’deki neoliberal dönüşüm için gaza basmıştı. 80’ler antidemokratik uygulamaların ve cuntanın etkisinin yakıcı sonuçlarına yol açtı. 90’lara girerken hem toplumsal hareketlenme hem de siyaset alanında su çoktan ısınmıştı. Özellikle merkez sağ siyaset yeniden toparlanmaya çalışıyordu. 90’lar güvenlikçi politikaların tesis edilmesi, koalisyon hükümetlerinin krizleri, ekonomik çöküş ile geçti. Söz konusu dönem AKP’nin iktidarı için pürüzsüz bir yolun inşa edilmesine vesile oldu. Siyaset Bilimci Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Merkez’den ‘Uç’lara: Neoliberal Dönemde Sağ Siyaset” kitabında bu süreci ele aldı. Biz de Öztan ile 80’lerden bugüne uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşi: Sercan Meriç

'Anavatan yeni bir dönemin partisiydi'

12 Eylül'ün sonrasında Özal ve ANAP'ın yükselişine tanıklık ediyoruz. Neler yaşandı 83'te 90 arasında?

Aslında uzun bir 12 Eylül restorasyon dönemi var. Biz genellikle darbe ve darbenin sonrasındaki ara rejimle birlikte Anavatan Partisi iktidarıyla yeni bir sayfa açıldığını düşünürüz. Aslında Anavatan Partisi'nin iddiası da budur ama 24 Ocak kararlarıyla başlamış bir serüveni sürdürür. Bu açıdan da 1983 ile 1991 arası Anavatan Partisi'nin tek başında iktidarı da olduğu bir dönem. Türkiye'nin hem neoliberal birikim rejimine adapte olduğu bir dönemdir. Hem de 12 Eylül anayasasıyla yönetilme pratiğinin yerleşikleştirdiği bir dönemdir. Bu açıdan da çok aslında nevi şahsına münhasır bir dönemdir. 80 öncesinden çok temel bir farklılığı vardır. Çünkü 80 öncesinde merkez sağ dendiği zaman tek bir aktör akla gelir: Adalet Partisi... Fakat 80'li yıllar özellikle de 80'lerin ortasından itibaren merkez sağ iki temel aktör arasında bir rekabete dönüşmüştür. Anavatan Partisi'nin eli güçlüdür, uzunca bir süre de bu gücüyle devam edecektir ama Doğru Yol Partisi, yani Demirel'in partisi ve aslında Adalet Partisi geleneğinin mirasçısı olan Demokrat Parti, Anavatan Partisi ile kıyasıya bir rekabet içerisine girer. Bu dönem şu açıdan ilginçtir. Anavatan Partisi bildiğimiz bir parti tipi değildir. Yeni dönemin ürünü bir partidir.

Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan, Fotoğraf: Sercan Meriç

Nasıl bir partiydi?

Aslında bir koalisyondur. İçerisinde liberaller vardır, mukaddesatçı diyebileceğimiz Milli Görüş kökenli olan isimler vardır. Aynı zamanda da daha önce Milliyetçi Hareket Partisi sempatizanı ana kadroda olmayan ama etrafında gezinen insanlar bu işin içerisindedir. Bir de bunlara şüphesiz DPT geleneğinden gelen muhafazakâr bürokratları da eklemek gerekir. Özal bu koalisyonun bir çeşit tutkalı şeklinde işlemiştir. Ve parti içerisindeki dengeleri birbirlerine karşı kullanarak en azından Anavatan Partisi'nin bölünmeden kendi genel başkanlığı süresi içerisinde iktidarda kalmasını becerebilmiştir. Bu açıdan da ilginç bir örnek olarak kayda geçer.

AKP iktidarının yöneticileri ekseriyetle Özal'a olumlu atıflarda bulunurlar fakat Özal'ın 12 Eylül cuntasıyla ilişkisine dair anlatıyı çok tartışmazlar. Özal ve 12 Eylül cuntası arasındaki ilişki nasıldı?

Henüz 12 Eylül gerçekleşmeden önce bu neoliberal dönüşümün en kritik noktasında bulunan aktör Turgut Özal'dı. 24 Ocak kararları denilen kararların alınma, uygulanma aşamasının birincil öznesiydi. Daha sonra da 12 Eylül askeri darbesi gerçekleştikten sonra ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı görevini alarak bu süreçte sözünü ettiğimiz politikaların uygulanmasını da sağladı. Ve aynı zamanda bu ekibi de kendisi kurdu. O yüzden de aslında 12 Eylül tasarımı diyebileceğimiz şey, güçlü yürütme, hızlı piyasalaşma ve aynı zamanda bütün bunlara eşlik eden toplumsal değişim, yani kırın çözülmesi, kentte enformel emeğin güçlenmesi ve aynı zamanda da Özal'ın orta direk dediği gelir grubu üzerinden politikalar yürütülmesi. Bütün bunların karar alma süreçlerinde Özal birincil dereceden önemliydi. Asıl soruyu cevaplarken şunu düşünmek lazım. 12 Eylül'ün ve 1982 anayasasının sunduğu imkanlar Turgut Özal tarafından sonuna kadar kullanıldı ve aynı zamanda da bu dönemde demokratikleşme yönündeki çeşitli taleplerin massedilmesini, soğurulmasını da sağlayan Özal tipi yeni sağ politikalardı. O yüzden bir süreklilik olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Ama bu süreklilik o Özal'ın üniformasız bir asker olduğu anlamına gelmiyor. Askerlerin siyasi tasarımlarının en azından toplumda kabul görülebilecek bir şekilde popülerleştirilmesini sağlayan, bunu yaparken de zaman zaman askeri ve sivil bürokrasiyle de bir mücadele içerisine giren aktördü Turgut Özal. 12 Eylül politikalarının kitleselleşmesinden kastım da 12 Eylül'de yapılan tasarımın siyasi, toplumsal ve iktisadi ön kabullerinin toplumun geneli tarafından kabul edilmeye başlaması.

Özal, TRT'de '89 liderler açık oturumunda. Depophotos

1989'da ama Türkiye'de yavaş yavaş kırılmalar yaşanıyor. Hem işçi sınıfı adına hem toplumsal manada hem de siyasi partiler manasındaki gelişmeler dikkat çekiyor. 1990'lara girerken neoliberal politikalara karşı bir itiraz olduğu gözlemleniyor. Bu itiraza karşı devlet nasıl tutum alıyor?

Neoliberal birikim rejimindeki dönüşümler zaman zaman krizlere giriyor. Daha Anavatan Partisi iktidardayken de bunun emareleri var. Mesela bütün bu ihracata yönelik politikalar, ihracat teşvikleri, hayali ihracat skandallarının ortaya çıkmasıyla birlikte zaten bir toplumsal meşruiyet sorunu yaşıyor. Bir de uluslararası finans aktörleri bu yöntemin değiştirilmesi konusunda bir tazyikte bulununca 1988-89 gibi bu yoldan sapmaya başlıyorlar. Ama asıl tabii mesele ücretleri baskılamak üzerine… Reel ücretleri baskılamak üzerine kurulu bir dönüşüm hikayesi bu ve buna karşı en büyük tepki de işçilerin bahar eylemleriyle geliyor. Kamu işçilerinin bahar eylemleri.

Zonguldak'tan Ankara'ya büyük madenci yürüyüşü. 4 Ocak 1991'de yaklaşık 70 bin madenci başkente yürümüştü. Depophotos

Bu neden kritik bir dönemeç?

Çünkü ilk defa bu tarihten sonra özellikle kamu işçileri ama genel olarak işçi sınıfının reel ücretlerinde bir iyileşme ortaya çıkıyor. 12 Eylül'den sonra ilk bu. Şimdi 90'lar aynı zamanda finansal liberalizasyonun arttığı, aynı zamanda özelleştirme konusunda daha seri adımlar atılmaya başlandı ve bunun sonucu ortaya çıkan politikaların da örgütlü emek karşısında bir muhalefetle karşılandığı dönem. Aynı zamanda yargıda da bu özelleştirme politikalarına karşı bir denetim mekanizması hala mevcut. Bu konjonktürde Türkiye aslında bir güvenlik devleti konseptine doğru dönüşmeye başlıyor. Elbette burada terör meselesinin bir yeri var. Elbette burada faili meçhul cinayetlerin toplumda oluşturduğu endişe var. Ama bu endişeleri manipüle eden ve güvenlik devleti mekanizmasıyla neoliberal dönüşüme itiraz eden özneleri baskılayan bir yeni sisteme doğru evriliyor.

1994 yılında, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, seçim çalışmaları kapsamında Afyonkarahisar'da mitingte. Depophotos

1970'lerde de tabii antikomünizme karşı merkez sağın refleksine şahitlik ediyoruz. O dönemde de çeşitli cinayetlerle sağcılar ilişkili ama 1990'larda merkez sağ olarak bahsettiğimiz figürler güvenlikçi devlet formasyonuyla sanki daha da iç içe girmiş durumda...

Evet, yani şunu söyleyebiliriz; 1993'e kadar hala bir mesafe var. 1993-94 arasında Türk Silahlı Kuvvetleri terörle mücadele konseptinde radikal bir değişikliğe gidiyor. Bir ayağı bu. İkinci ayağı Türkiye'de iktidar değişimi 1991'de yaşanmış, büyük bir demokratikleşme iddiasıyla yaşanmış. Fakat bu demokratikleşme iddiasının ana aktörü olan SHP'yi yalnızlaştıran fiili bir DYP-MHP ittifakı var. Ve bütün bunlara ilaveten aslında toplumdaki milliyetçi yönelimi seküler Türkçü bir çizgiye çekmeye çalışan da politik özneler var. Bütün bunlar milliyetçilerle ve mukaddesatçılarla olan ilişkide onların güçlerinin ötesinde onlara bir pay vermek, karar hakkı vermekle sonuçlanıyor. Bu ilişki öyle bir hale geliyor ki merkez sağın kendisine atfettiği ana değer olan uçlardan farklılaşma, uçlara prim vermeme, onları kontrol etme iddiası adım adım yavaşlıyor, azalıyor ve bu azalma da zaten uç sağ siyasetin güçlenmesine neden oluyor.

90'lardan bugüne...

'Yoksullar üzerindeki hâkimiyet'

1990’larda Refah Partisi fenomeni de var. Bu bahsettiğiniz güvenlikçi politikalardan veya neoliberal teyakkuza karşı farklı bir yerde konumlanıyor…

Doğru. Yani aslında Refah Partisi merkez sağ siyasetin cevap veremediği ve sağ seçmen diye tarif edebileceğimiz bir seçmen genelindeki beklentilere radikal cevaplar üretmeye üreterek popülerleşmiş bir parti ve bu doğrultuda çok önemli bir stratejik yönelimde bulunuyor. 1989 sonrasında çıtayı yerel yönetimlerden merkezi iktidarı ele geçirme stratejisi üzerine bina ediyor ve bunun sonuçlarını da önce 1992 ara seçimlerinde daha sonra 1994 yerel seçimlerinde alıyor. Merkez sağdan kendini ayırt ederken merkez sağın cevap veremediği üç temel meselede politika üretti. Bunlardan bir tanesi Kürt meselesi. Merkez sağ Kürt meselesinde demokratik cevaplar üretme kapasitesini yitirdikçe ya da var mıydı öyle bir kapasite o da tartışılır ama memnuniyetsiz muhafazakâr Kürtlere seslenen bir dil tutturuyor. Birinci başarı bu. İkinci başarı neoliberal dönüşüm sırasında ortaya çıkmış skandallar, yolsuzluklara karşı bunlardan kendini ayırt etmiş bir siyaset olarak topluma lanse etmeye çalışıyor. Üçüncüsü de kent yoksulları üzerinde bir hakimiyet kurma çabası. Kent yoksulları geleneksel olarak Türkiye solunun örgütlenme alanıydı. 12 Eylül'de burası önemli bir kesintiye uğradı ve merkez sağ siyaset buradaki yoksullaşmaya karşı bir çözüm öneremediği gibi bu yoksullaşmanın derinleşmesine neden olan neoliberal politikaları sürdürdü. Burada dezavantajlı olan gruplara seslenen ve onları dinsel bir söylemle politik arenaya çekmeye çalışan Refah Partisi oldu. O yüzden de Refah Partisi en yoksul semtlerde siyasi başarı kazanarak merkeze yürüdü.

Erbakan, 1994'te Refah Partisi'nin kuruluş yıldönümünde.

Refah Partisi'ni siyasal İslamcı bir hareket olarak tanımlayabilir miyiz? Bugünkü Cumhur İttifakı mimarisinin nüvelerini Refah Partisi'nde de görüyor muyuz?

Milli Görüş, Türkiye'deki siyasal İslam'ın kurumsal siyasetteki adresiydi. Burada 12 Eylül sonrasında bir ivme kaybetme söz konusuydu. Çünkü Anavatan Partisi'ne cemaatlerin ve tarikatların önemli bir kısmının teveccüh etmesiyle birlikte Refah Partisi bir krize girmişti. O krizden çıktı 1990'larda ve 28 Şubat'a doğru giderken aslında Türkiye'deki belirli bir sermaye blokunun da ihtiyaçlarını karşılamaya aday ama aynı zamanda kent yoksulları ve muhafazakar Kürtlere de seslenen bir siyasal organizasyona dönüştü. 28 Şubat süreci bu gidilen yolun ya da bu gidilen yol içerisinde belirlenen stratejinin doğru bir strateji olmadığını Milli Görüş’ün içerisindeki bir kanat tarafından tespit edilmesine neden oldu. Bu itiraz daha önce de vardı. 1989'da, 92'de, 93'te de vardı ama belirginleşemiyordu. 28 Şubat buna vesile oldu ve dedi ki: “Batıyla, büyük sermayeyle uzlaşma içerisinde olmadan bir hegemonya projesi kurulamaz.” AKP de aslında kuruluş aşamasında bu tip bir hegemonya boşluğunu doldurmak üzere bir koalisyon olarak kuruldu. Diğer Anavatan Partisi koalisyonundan farkı neydi diye sorarsak çekirdeğinin aslında hala Milli Görüş geleneğinden gelenler tarafından oluşturulmuş olmasıydı. Daha sonra bu koalisyonun içerisindeki güçlü olan grupların dengeleri 2002-2017 arasında zaman zaman değişti. Zaman zaman parti dışındaki ittifaklarla bu süreç evrildi ama 2017 sonrasında yani rejimin değişmesiyle birlikte aslında en büyük ittifak; İslamcı milliyetçilikle Türkçü milliyetçilik ittifakına dönüştü.

Çiller ve Erbakan Kutlu Doğum Haftası'nda. Depophotos

Peki, 90'lardaki bu neoliberal politikalar, merkez sağın uçlara evrilmesi kültürel açıdan nasıl bir etki yarattı?

Türkiye'de aslında merkez sağın bir kültürel hegemonyası yoktu. 1960'lı yıllardan itibaren kültürel hegemonya büyük ölçüde sol çevreler tarafından üretilmiş sanatsal ve düşünsel ürünlerin bir birikimiydi. 1980'ler ve 1990'lar buradaki toplumsallığın arka plandaki toplumsallığın altını oydu. Bütün dünyada böyle oldu. Türkiye'de de böyle oldu ve aslında AKP'li dönem ve özellikle de son 10 yıla baktığınızda o içi boşalmış şeyin üzerine bir tepki olarak ya da ona bir alternatif olarak fakat onun söylemine ve onun içerik üretme biçimine benzer bir tasarımla bir şey yapılıyor. Çok devlet merkezli bir şey ve bu anlamıyla da eleştirelliğe, farklı düşünmeye çok açık değil. “Bir hegemonya kuramadı mı?” konusu bence başlı başına bir tartışma ama şunu söyleyebilmek lazım. Karşısında da bir başka hegemonya yok. Yani artık bugün solun ya da seküler düşüncenin ürettiği ve toplumun çok geniş katmanlarını içine alan bir dalgadan, bir düşünsel çabadan söz etmemiz herhalde çok mümkün değil.

Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek. 1997 yılı. Depophotos

Tansu Çiller, Mehmet Ağar, Meral Akşener gibi 90’ların önemi isimlerinin AKP'ye eklemlendiğini görüyoruz. Erdoğan sıklıkla koalisyon dönemindeki kötülüklerden ve o koalisyon dönemini yaratan liderlerin kötülüklerinden bahsederek iktidarını güçlendiriyordu. Bu isimler ile AKP arasında nasıl bir etkileşim var?

Şimdi 2002-2010 arası ya da 2002-2013 arasında 90'lı yıllarda Tansu Çiller, Meral Akşener gibi figürlerin AKP ile aynı anda anılmasının çok antipatik bir yanı vardı. Çünkü tam da ona karşı oluşturulmuş bir şeydi. Ama bugünün dünyasında böyle değil maalesef. Yani 90'lara dair hafıza büyük ölçüde erozyona uğradı. 90'larda mevcut olan dönüşümün aktörlerinin bir kısmı kendi siyasal ikballeri ya da iktisadi çıkarları için mevcut iktidara eklemlendi ve o figürlerin belirleyici, yön verici bir etkisi değil sadece… Bu hâlâ başka bir merkez sağ alternatifin olamayacağını göstermesi açısından önemli. Zaten bütün tartışma da dönüp dolaşıp buna geliyor. Yani Türkiye'de bir merkez sağ ihtiyaç var mı, yok mu tartışmasına. “Merkez sağ olursa Türkiye demokratikleşir” argümanına... İYİ Parti de böyle kuruldu. Ama burada çok temel bir hata var. Birincisi artık merkez sağ diye tarif ettiğimiz şey çok daha sağa kaydı. İkincisi bugünün demokratikleşme sorunlarına velev ki öyle bir merkez sağ aktör olsun onun da çözüm bulması mümkün değil. Çünkü bugünkü demokratikleşme sorunların arka planında bu merkez sağ aktörlerin yarattığı sorunlar var.

AKP ile ilgili birçok tanım yapılıyor. Sağ popülist, neofaşist, siyasal İslamcı, gerçek merkez sağ vs… Sizin AKP için tanımınız nedir?

Tabii bu çok zor bir soru. Çünkü dönemlerine bakarak başka nitelemelerde bulunmamız mümkün. Ama şu çok açık. Yani bugünkü AKP dışsal bir koalisyon ortağı olmadan varlığını sürdürebilecek bir yapı değil ve rejim değişikliğinde ortaklaştığı MHP ile birlikte AKP'de de bir sürü şey değişti. Yani baştaki o muhafazakâr demokrat olma iddiası ki zaman zaman eski AKP’liler “2002 ruhuna dönelim” diyerek bunu kastediyorlar ama böyle bir AKP artık yok. Çünkü böyle bir taban yok, böyle bir örgüt yok. Bu örgüt aslında Türk-İslam sentezciliğinin İslami kısmı daha ağır basan bir yönüne doğru evrildi. Ama son kertede bu hâlâ bir lider partisi. Anavatan da böyleydi, Doğru Yol Partisi de böyleydi. AKP de bir lider partisi ama lideri diğer önceki örneklerden farklı olarak sağ popülist stratejiyi çok daha etkili kullanabilen bir lider. Dolayısıyla rejimin niteliğine uygun olarak partinin hüviyetinin de değiştiğini söyleyebiliriz.

En uçtaki milliyetçiliği temsil eden MHP ile alakalı neler dersiniz? Bir yandan Sinan Ateş cinayetiyle alakalı aslında neredeyse partinin kapatılmasına yol açabilecek skandallara karşı karşıyayız, öte yandan Abdullah Öcalan’ı TBMM’ye davet eden bir Bahçeli var…

Bu uzun bir yolculuğun sonucu ama 90'ların Alparslan Türkeş stratejisi bugün Devlet Bahçeli tarafından bir başka şekilde uygulanıyor. 90'lardaki bu strateji şuydu: Merkez sağ aktörlerle ittifak kurarak o ittifakın içerisinde büyük kazanımlar elde etmek ve devlet reflekslerine uygun bir siyasi strateji belirlemek. O zaman bu strateji sekülerlik üzerinden gidiyordu. Bugün Türk milliyetçiliğinin çok daha İslamileştirildiği bir çizgiyi temsil ediyor MHP. Dolayısıyla 90'lardaki seküler Türk milliyetçiliğine geri dönüşünden farklı bir öykü var. Bu sefer seküler milliyetçilik alanı boş kaldı. MHP dışındaki ana aktörlerin asıl hamle yaptığı yer de burası oldu. Yani şimdi siz göçmen konusunda bir şey söyleyemiyorsunuz. AKP ile ortaklığınızdan dolayı, kamusal alanın İslamileştirilmesi için bir şey söyleyemiyorsunuz. Kurucu süreç hakkındaki eleştirilere dair ortağınıza bir şey söyleyemiyorsunuz. Bu alandaki boşluklar daha Türkçü diyebileceğimiz, etnisist Türkçü ama seküler siyasi aktörler tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Bugünkü kavga milliyetçiler arası kavgadır. Yani milliyetçiler arasında bir post kavgası vardır ve bu kavga Türkiye'nin genel siyasetinde bir krize sürüklemeye de adaydır. Geleceğe dair de bunu söyleyebiliriz.