Hesaba mı ihtiyacınız var? Üye ol
Liberal demokratların korkulu rüyası geri döndü. Donald Trump 5 Kasım günü yapılan seçimlerde tekrar seçildi ve ABD’nin 47’inci Başkanı oldu. Kelimenin tam anlamıyla eksantrik bir kişilik olan Trump, önümüzdeki yıllarda dünyadaki herkesin hayatını etkileyecek birçok karar alacak. Bu nedenle kendisini daha yakından tanımakta, onu doğuran sosyopolitik kodları çözümlemekte yarar var.
Trump’ın, bu minvalde ABD kültürünün ve politik geleneğinin en önemli çıktılarından biri olduğunu söylemek mümkün. Davranışları ve söylemleri bir anlamda ülkesinin başat özelliklerinin bir özeti. Peki nedir bu Trump fenomeni? Onu yaratan ve ülkesi ABD için bu kadar önemli kılan şey ne? Belki de daha önemlisi; gelecekte neler yapacak?
Yazı bu sorulara yanıt vermek için üç ana noktaya parmak basacak. İlk önce ABD’nin bir göçmen ülkesi olmasından ve bunun etkilerinden bahsedeceğiz. Daha sonra ise Trump’ın kişilik özelliklerinin ve ABD’nin kültürel genlerinin bu olguyla nasıl uyuştuğunu göreceğiz. Daha sonra ise ABD’deki politik eğilimlerin, böylesi bir fenomene nasıl zemin hazırladığından bahsedeceğiz.
Platon, siyasilerin halkı yönetmek için yalan söylemek zorunda olduğunu düşünüyordu. Hatta bu yalanlara toplumu bir arada tutmanın bir yolu olarak "kutsal yalanlar" adını vermişti. Bu bakış açısıyla, Trump’ın yalan söylemeye eğilimli oluşunu bir yere kadar anlamak mümkün. Ancak Trump’ı diğer klasik siyasetçilerden ayıran önemli bir fark olduğu görüşündeyim. Şöyle ki geleneksel siyasetçiler yalan söyleseler bile bunun farkında olurlar; yalan onlar için stratejik bir araçtır. Yani bir siyasetçi yalan söyler, ama bunu yaparken gerçeklerin de farkındadır. Trump’ta ise durum biraz farklı görünüyor; kendisi adeta kendi yalanlarına inanıyor gibi. Bu anlamda Trump’ın pragmatik bir yaklaşımla, hakikati kökünden yeniden kurmaya çalıştığını söylemek mümkün. Bir başka ifadeyle Trump, yalan söylediğinin farkında değil, ağzından çıkan her cümlenin gerçek olduğuna inanıyor. Bu şekilde içinde herhangi bir çelişki bulunmuyor.
Bu tavrının altında yatan sebeplerin ABD kültüründe bulunduğunu düşünüyorum. Nitekim Ralph Keyes, güç kazanmak için yalan söylemenin ABD’nin ulusal genetik kodlarında yer aldığını söyler. Ona göre, Amerikalılar kendilerini olduğundan daha önemli göstermeyi neredeyse bir “sanat formu” haline getirmişlerdir. Keyes, bu alışkanlığın kökeninde iki sebep olduğuna dikkat çeker: Birincisi, ABD göçmenlerin kurduğu bir ülkedir ve bu insanlar, kimliklerinin kontrolünü ele almayı çok önemserler. İkinci olarak, Amerikalılar sürekli hareket halindedir ve gittikleri her yerde kendilerini biraz daha "önemli" gösterecek yalanlar söyleme fırsatını kolaylıkla bulurlar. Böylece, Amerikalılar mit yaratmaya, hatta birbirlerinin yalanlarını kabul etmeye yatkın bir toplum haline gelirler.
Bu eğilimlerin en ilginç örneklerinden biri, postmodernist (objektif hakikatler yerine öznelliğe ve bakış açısına vurgu yapan felsefi akım) düşüncenin önde gelen figürlerinden Paul De Man’ın hikayesinde gizli. De Man, ABD entelektüel çevrelerinde kült bir figür haline gelmiş, geniş bir hayran kitlesine sahip bir edebiyat eleştirmeni olarak tanınıyordu. Aslen Belçikalı olan De Man, kendini ABD’de Nazi Avrupa’sından kaçmış biri olarak tanıtmıştı. Daha da ilginci, II. Dünya Savaşı sırasında Belçika’da Nazilere karşı direnen bir örgüte katıldığını ima ediyordu. Bu karizmatik hikâye, onun ABD entelijansiyasında sağlam bir yer edinmesini sağladı. Ancak ne var ki, bu etkileyici hikâye gerçeği yansıtmıyordu.
1983’teki ölümünden sonra bir araştırmacı, De Man’ın geçmişini derinlemesine inceledi ve onun iddialarıyla uyuşmayan pek çok bilgiye ulaştı. De Man, aslında Nazilere karşı savaşan bir örgüte katılmamıştı; hatta tam aksine, Nazilerle iş birliği içindeydi. ABD’ye gelirken karısını ve çocuğunu Belçika’da bırakmış, burada yasa dışı işlere bulaşmış, amcasını babası gibi gösterip eski eşinden boşanmadan yeniden evlenmişti. ABD’nin kimlik uydurarak güç kazanma geleneğini benimseyen De Man, bu sahte kimlikle dahi kendine güçlü bir takipçi kitlesi bulabilmişti.
Bunlara rağmen postmodernizmin bir diğer önemli ismi olan Jacques Derrida De Man’ı adını temize çıkartmaya çalıştı. Nitekim Derrida, De Man’ın Yahudi karşıtı makalelerini yapı söküm yöntemiyle yorumladı ve bu makalelerin aslında ironi olduğunu, Yahudi karşıtlığı gibi görünen ifadelerin ise alaycı bir tona sahip olduğunu ileri sürdü. Ona göre, asıl hedef Yahudiler değil, Yahudi karşıtlarıydı; De Man, aslında söylediklerinin tam tersini kast ediyordu.
Bu bakımdan Trump’ın yalan söyleme eğiliminin anlaşılabilir hale geldiği kanaatindeyim. Trump, Amerikalıların kültürel kodlarında yer alan kimlik inşası geleneğini, adeta kendi söylemleri üzerinden yeniden yaşatıyor ve benliğini her an o anki duruma uygun olarak yeniden yaratıyor. ABD’yi oluşturan göçmenlerin kimliklerini yeniden ve yeniden inşa etmeye duyduğu merak, Trump’ın hakikate esnek yaklaşımıyla iç içe geçiyor. Bu bakımdan Trump, ABD kültüründe çoktan kökleşmiş olan yalan, mit ve kimlik inşasını modern bir lider profiline dönüştürerek kullanıyor. Burada narsisizm kavramından da bahsetmekte yarar var. Nitekim hakikati en baştan kurmaya cüret etmek doğrudan bu durumla alakalı.
Trump’ın ABD’nin narsisistik kültürüne nasıl tam entegre olduğuna geçmeden önce onun düşün dünyasından bahsetmekte yarar var. Kendisinin hayranlık duyduğu yazarlardan biri olan Norman Vincent Peale, bu anlamda dikkat çekici. 1952’de yayımladığı ve çok satanlar arasında yer alan Olumlu Düşüncenin Gücü adlı kitabında Peale, insanların kendi gerçeklerini yaratabileceklerini vurgulayan bir öğreti sunuyor. Trump, yaşamının erken döneminde ünlü vaiz Peale’in bu görüşlerinden etkilenmiştir. Peale’a göre, gerçekler ne kadar zor ya da umutsuz görünürse görünsün, asıl mesele kişinin bu gerçeklere karşı geliştirdiği tutumdur. Bu görüş, yalnızca bir başarı doktrini değil, aynı zamanda zorlayıcı ve rahatsız edici gerçekleri inkâr etmeyi teşvik eden bir yaklaşımı da içerir.
Trump üzerinde etkili olan bir diğer yazar ise Ayn Rand. Rand, yeteneği başarıyla ilişkilendiren, kapitalizmi cesurca savunan ve bencilliği ahlaki bir gereklilik olarak gören bir dünya görüşüne sahipti. Ona göre, bireyin kendi mutluluğunu takip etmesi, en yüce ahlaki hedef olarak kabul edilmeliydi. Bu tür argümanların, Trump’ın narsisistik ve kendine odaklı dünya görüşünde nasıl yankı bulduğunu görmek zor değil.
Bu noktada, Trump’ın hakikat sonrası dönemle uyumlu olan narsisistik söylemlerini öne çıkaran eleştirmenlerden Michiko Kakutani’ye değinmekte de yarar var. Kakutani, hakikat sonrası dönemin yükselmesinde öznel yargıların etkisine dikkat çeker. Ona göre, bu söylemde hakikat başta olmak üzere, tüm görüşlerden daha önemli olan, narsisistik bir motivasyonla kişisel düşüncelerin en ön plana çıkarılmasıdır. Peki Trump’ın uyum sağladığı bu narsisizm kültürel olarak ABD toplumunda nasıl bir yer kaplamaktadır?
Burada, Christopher Lasch’ın “Narsisizm Kültürü” kavramı önem kazanıyor. Frankfurt Okulu’ndan etkilenen tarihçi ve düşünür Lasch, ABD’de narsisizm vakalarının artmasını, bireyci ve narsisistik bir kişiliğin kültürel olarak şekillenmesi olarak görür. Ona göre narsisizm, sadece bir patoloji değil, toplumsal bir olgu haline gelmiştir ve 1970’lerden itibaren ABD toplumunda kökleşmiştir. Lasch, narsisizmin aslında bürokrasi, terapi kültürü, görsel kültür ve tüketim alışkanlıklarına karşı geliştirilmiş psişik bir tepki olduğunu ileri sürer. Bireyler için bu tepkinin amacı, modern hayatın yarattığı stres ve endişelerle başa çıkabilmektir.
Lasch ayrıca toplumun kolektif kurtuluş ideali yerine, bireysel başarı ve anında tatmin arayışını benimsediğine dikkat çeker. Ona göre, modern Amerikalılar anlık tatmin ve kişisel refah için geçmiş nesillerin değerlerini bir kenara bırakmıştır. Lasch’ın tanımladığı bu kültürel dönüşüm, toplumu narsisizmin etkisi altına almış ve siyasi arenada gösteriye dönüşen bir liderlik anlayışının doğmasına yol açmıştır. Peki Trump’ın tam intibak ettiğini düşündüğüm bu narsisistik liderliğin ana unsurları neler?
Narsisistik liderlik özellikle kriz zamanlarında ortaya çıkar. Böyle bir lider, karmaşık sorunlara basit çözümler sunar ve bu çözümleri yalnızca kendi liderliği altında gerçekleştirebileceğini öne sürer. Bu liderlerin sloganları ise genellikle “Tüm sorunları düzelteceğim” veya “Benden başka kimse bu sorunları çözemez” gibi iddialarla doludur. Liderin bu yaklaşımı, insanların ona sorgusuzca inanmasını sağlar. Dolayısıyla kriz anlarında, umutsuzca bir çözüm arayan bireyler, kendilerini bu liderin peşinden gitmeye mecbur hisseder.
Trump, bu nitelikleri fazlasıyla taşıyan bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Kendisi, seleflerini sürekli başarısız ve yetersiz olarak tanımlıyor ve sadece kendisinin doğru yolu gösterebileceğine insanları ikna etmeye çalışıyor. Bu yaklaşımın, liderliğin ve kişiliğin iç içe geçmesiyle sonuçlandığını ve kişisel bir kült yarattığını söylemek mümkün. Trump gelecek yıllarda benliğiyle makamını özdeşleştirmeye ve kendisi açısından ikisini birbiriyle ayrılmaz hale getirmeye eğilimli görünüyor. Bunun sonucunda ise sahip olduğu makamın sınırlarını anlamakta zorluk çekmesi muhtemel.
Öte taraftan narsisistik liderliğin temel özelliklerinden birinin, gerçekliği eğip bükme ve sürekli inkâr üzerine kurulu bir algı yaratma olduğu söylenebilir. Burada inkâr kavramının insan bilincinde taşıdığı önem önemli. Trump’ın açık gerçeklere karşı takındığı itiraz tavrı, bu anlamda dikkate değer. İnkâr, kişinin tehlikeli veya acı verici olarak algıladığı gerçekleri reddetme eylemi olarak tanımlanabilir. Bu davranış, geçmiş olayları veya gerçekleri dışlama şeklinde bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkabilir. Bu anlamda inkâr, dış dünyanın gerçeklerine rağmen benliğini koruma işlevi görür. Böylece kişi, aynı anda çelişen iki durumu kabul etmek yerine, birini inkâr ederek çatışmayı gidermeye çalışır.
Trump’a gelecek olursak, kendisinin gerçeklik algısıyla oynama biçimi, bu inkâr mekanizmasıyla pek çok yönden uyuşuyor. Nitekim Trump, yaşadığı başarısızlıklara ve alyhine olan açık gerçeklere karşı kayıtsız bir tutum sergileyerek kendisini “en büyük” ve “en iyi” olarak göstermeyi alışkanlık haline getirmiş durumda. Trump’ın hakikat sonrası döneme uygun olarak doğru ya da yanlışla ilgilenmediği; olayları sadece amacına uygun şekilde değerlendirdiği söylenebilir. Trump’ın söylemlerinde gerçeği sürekli olarak değiştirmesi, nihayetinde söylediklerinin doğru olduğunu ilan etmesi, bu yaklaşımı doğrular nitelikte. Clinton’a karşı seçimde aldığı oy sayısı ya da ilk yemin törenine katılan insan sayısına dair takıntısı ve bu konularda hissettiği öfke, bu söylem tarzın somut örnekleri.
Tüm bunlarla birlikte cevaplanması gereken diğer bir soru, Trump’ın aşırı sağa göz kırpan politikalarının Amerikan siyasetinde ne kadar yeni olduğudur. Özellikle ana akım ve liberal medya organlarında Trump’ın eksantrik kişiliği ve siyasetin dışından gelmiş olması sebebiyle, ABD’de daha önce gündemde olmayan bazı ırkçı ve ayrımcı temaları politikanın konusu haline getirdiği yönünde birçok iddia ortaya atılmıştır. Peki, gerçekten de durum bu mudur? ABD üzerine akademik çalışmalarda bulunan Lale Demirtürk, medya kuruluşlarının Trump’ı sorunun kaynağı olarak öne çıkarmasını eleştirmiştir. Amerika’da Irkçı Söylem ve Şiddet: Siyahları ‘Öldürme’ Politikasının Açılımı adlı eserinde şunları söyler:
“ABD'de ve dünyada birtakım medya kuruluşları, Trump'ı Amerika'da bugüne kadar rastlanmayan aşırılıkta olağan dışı bir kişi gibi gösterme ve ırkçıların izlenme oranını (rating) arttırma uğraşısına kapıldıkça, ülkede Trump gibi beyaz Amerikalıların üstünlüğüne inanan veya sadece beyaz oldukları için ayrıcalıklı olduklarını düşünen ırkçı ve cinsiyetçi görüşlerini açıkça ifade etmekten utanmayan geniş bir kitlenin varlığı ve dile getirdiği ırkçı hakaretler garipsenmemektedir. ABD'nin etnik milliyetçiliğini somut biçimde ortaya koyan Trump, ‘gerçek’ Amerikan vatandaşlarının aslında beyaz ‘saf kan’ Avro-Amerikalılar (beyaz Avrupa asıllı Amerikalılar) olduğunu belirten bir ‘aryan’ Amerikan toplum projesini dayatmaktadır. Oysa ki Trump, Amerikan toplumunda zaten kemikleşmiş bulunan Batılı beyaz ırkçı düşünceyi sahiplenen ve etkinleştiren büyük bir ırkçı kesimin yeni ve bir o kadar da sıradan iktidar temsilcisi olarak görülmelidir.”
Demirtürk’e göre Trumpizm, aslında global gücünü kaybetme korkusuna kapılmış ve özellikle siyahların devleti karşısına alarak sürdürdüğü toplumsal hareketlerden ötürü kendisini kriz içinde hisseden Avro-Amerikalıların aşırı bir ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Yazar, bu ideolojinin ABD özelinde yeni olmadığını ifade eder. Bu görüşe paralel olarak siyaset bilimci Cas Mudde de Trumpizm’in aşırı sağ bir ideolojiyi temsil ettiğini ve yerlicilik, otoriterlik ve popülizm unsurlarının ABD’de Trump’tan önce de güçlü şekilde var olduğunu belirtir.
Mudde, özellikle yerlicilik konusunda 2016 öncesindeki ampirik verileri incelemektedir. Chicago Üniversitesi bünyesinde yapılan bir araştırmaya göre, ABD’lilerin yüzde 65’i ırksal çeşitliliğin ülkeyi daha güçlü kıldığını, yüzde 61’i ise yasal göçün ABD’nin fırsatlar ülkesi olarak itibarını artırdığını düşünmektedir. Öte yandan, bu çalışma, ABD’de yerliciliğin uzun süredir kök salmış bir düşünce olduğunu gösterir. Amerikalıların üçte biri, ülkenin ilk Avrupalı göçmenler tarafından kurulan kültürünün Amerikan kimliğinde çok önemli bir yere sahip olduğunu düşünürken, yüzde 40’ı Hristiyan dini inançlarının Amerikan kültürü açısından aynı önemi taşıdığını düşünmektedir. Ayrıca, ABD’lilerin yüzde 47’si yasadışı göçün Amerikan yaşam tarzını tehdit ettiğini düşünmekte, yüzde 15’i ise yasal göçün de benzer bir tehdit olduğunu belirtmektedir.
Mudde’nin işaret ettiği diğer bir unsur ise ABD toplumundaki otoriter eğilimlerin yüksek oluşudur. ABD nüfusunun neredeyse yarısı “otoriter” eğilimli olarak sınıflandırılabilmektedir. Ülkede ordu ve polis, en güvenilir kurumlar arasında kabul görmektedir. 2014 yılına kadar yapılan anketlerde ABD halkının çoğunluğu, mahkemelerin suçlulara karşı fazla hoşgörülü olduğunu düşünürken, cinayet için ölüm cezasını desteklemektedir. Ayrıca, terörle mücadele politikaları çerçevesinde ABD’liler, otoriter politikaları benimseme eğilimindedir. Örneğin, 2006 yılında yapılan bir ankette ABD’lilerin yüzde 47’si mahkeme izni olmadan telefonların dinlenmesini desteklerken, yüzde 65’i medyanın terörle mücadelede kullanılan gizli yöntemler hakkında haber yapmaması gerektiğini savunmuştur. Yüzde 23’lük bir kesim, terörle mücadelede başkanı eleştirmenin doğru olmadığını düşünmektedir.
Popülizm konusunda da benzer bulgular ortaya çıkmaktadır. Mudde, ABD’lilerin çoğunun hafif ya da güçlü popülist eğilimler taşıdığını belirtir. 2016 öncesi yapılan araştırmalar, ABD’lilerin yüzde 80’inin Kongre’deki siyasetçilerin halkın iradesine göre hareket etmesi gerektiğini, yüzde 70’inden fazlasının ise özel çıkar gruplarının ülkenin ilerlemesini engellediğini düşündüğünü ortaya koymuştur. ABD halkının neredeyse yarısı, siyaseti “iyi ile kötü arasında bir mücadele” olarak görmektedir. Bu veriler ışığında Mudde, Trumpizmi ABD’deki “patolojik bir normallik,” yani ana akım görüşlerin radikalleşmesi olarak değerlendirir. Ona göre Trump’ın etkisi, Amerikan siyasetinde “birdenbire” ortaya çıkmış bir olgu değildir ve Trumpizm, Trump’la sona ermeyecektir.
Mudde, Trump’ı eleştiren bazı Cumhuriyetçilerin onu aşırı sağcı fikirleri partiye dayatan bir yabancı olarak görmesini de doğru bulmaz. Ona göre, Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı sağa kayışı Trump’tan önce başlamıştı ve Trump bu süreci kendi avantajına çevirdi. Otoriterlik, yerlicilik ve popülizm unsurlarına dayanan aşırı sağcı politikalar zaten 2016’dan önce de Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolündeki eyaletlerde etkiliydi. Örneğin, göçmenlik ve şeriat karşıtı yasalar çoğunlukla Cumhuriyetçilerin yönetimindeki eyaletlerde yürürlüğe girmişti. Nitekim birçok Cumhuriyetçi vali, Suriyeli mültecilerin arasına teröristlerin karışabileceğini öne sürerek, eyaletlerine mülteci kabul etmemişti.
Ayrıca, Trump’tan önce Cumhuriyetçiler ile aşırı sağcı gruplar arasında güçlü bağlar mevcuttu. Trump, belki federal düzeyde Cumhuriyetçi Parti’nin tümünü temsil etmiyor olabilir; ancak eyalet ve yerel düzeyde, özellikle de ABD’nin orta kesiminde, Cumhuriyetçilerin tabanını oldukça doğru bir şekilde yansıtmaktadır. Mudde’ye göre Trump, 2016 seçimlerinde Mitch McConnell ve Jeb Bush gibi Cumhuriyetçi adaylardan çok daha iyi bir şekilde Cumhuriyetçi tabanın çıkarlarını temsil etmişti.
Trump tarafından üretilip yayıldığı düşünülen komplo teorileri de aslında Trump’tan önce mevcuttu. Örneğin, küresel ısınma, mülteci meselesi ve Obama ile Clinton gibi rakip siyasetçiler hakkındaki komplo teorileri, Trump öncesi dönemde Cumhuriyetçi Parti seçmenleri arasında geniş destek buluyordu. 2016 öncesinde yapılan bir çalışmaya göre, Cumhuriyetçilerin yüzde 81’i Hillary Clinton’ın Bingazi’deki ABD Büyükelçiliği saldırısının olacağını bildiğini ve önlem almadığını düşünüyordu. Yüzde 54, “küresel ısınmanın bilim insanları tarafından uydurulmuş bir efsane” olduğuna inanırken, yüzde 53 ise Obama’nın ABD’de doğmadığı fikrini paylaşıyordu. Tüm bu görüşler Trump tarafından sıkça dile getirilmiş olsa da aslında Trump’tan çok daha öncesine dayanmaktadır.
Bu noktada Trump’ın tam olarak hangi siyasi konumda yer aldığı sorusu önem kazanıyor. Trump’ın aşırı sağın hangi noktasında durduğunu kesin olarak söylemek zor olabilir. Aşırı sağ içindeki “ekstrem sağ” ve “popülist radikal sağ” ayrımı da Trump’ın konumunu daha karmaşık hale getiriyor. Bazen Çin lideri Xi Jinping’in ömür boyu liderlik yapmasını sağlayan yasaları överek demokrasi karşıtı ekstrem sağ bir pozisyon alırken, bazen de ABD Anayasası’na ve “gerçek Amerikalılar” idealine bağlılığını vurgulayarak popülist radikal sağ bir görünüm çizmektedir. Sonuç olarak, Trump’ın aşırı sağ söylemler benimseyen bir pragmatist olduğu söylenebilir. Trump, bu minvalde tıpkı ABD’nin narsisistik kültürüne olduğu gibi, var olan siyasi trende intibak etmiştir. Bu minvalde Trumpizm, ABD kültürünün hem nedeni hem de sonucudur.
Tüm bunlarla birlikte Trumpizmin, geleneksel Cumhuriyetçi Partiyi köklü bir değişime uğratarak daha agresif ve müesses nizama daha kayıtsız bir kimlik kazandırdığı gerçeği göz ardı edilemez. Bu değişimde, en büyük rolü ana akım siyasetin dışından gelen Donald Trump’a büyük bir ilgi gösteren ABD halkı oynadı. Peki sorun neydi? Bir başka deyişle ABD halkı neden Donald Trump gibi sıra dışı bir figüre bu denli güvendi ve onu iki kere Beyaz Saray’a taşıdı? Bu noktada, Tucker Carlson’ın değerlendirmeleri özellikle dikkat çekici. Muhafazakâr çizgide yayınlarıyla bilinen Fox televizyonunda uzun yıllar spikerlik yapan ve günümüzde X platformundaki yayınlarıyla gündeme gelen Carlson, zaman zaman yaptığı sansasyonel yorumlarıyla geniş kitleleri etkilemeye devam ediyor. Kendisi 2018’de yayımladığı Ship of Fools: How a Selfish Ruling Class Is Bringing America to the Brink of Revolution (Aptallar Gemisi: Bencil Bir Yönetici Sınıfı Amerika’yı Nasıl Devrimin Eşiğine Getiriyor?) adlı kitabında, Trump’ın popülaritesinin arka planını aydınlatan çarpıcı saptamalarda bulunuyor.
Buna göre Demokrat Parti eskiden olduğu gibi işçi sınıfının temsilcisi değil ve 2000 yılından itibaren zenginlerin tarafına geçmiş durumda. Carlson bununla da kalmayarak Cumhuriyetçilerle birlikte ülkenin iki ana partisinin giderek benzeştiğini ve çıkarlarını birleştirdiğini ileri sürüyor. Ona göre, piyasa kapitalizmiyle “woke” ya da “social justice warrior” (sosyal adalet savaşçısı) olarak bilinen ilerici sosyal adalet aktivistlerinin evliliği, Amerikan ekonomisine benzeri görülmemiş bir darbe vurdu. Bunun nedeni ise bu iki partinin “sosyal meseleler hakkında konuşmanın, maaşları yükseltmekten daha ucuz bir çözüm olarak görmesinden” kaynaklanıyordu.
Carlson, kitlesel göç meselesine de bu perspektiften yaklaşıyor. Ona göre, hükümetin ucuz işçi ihtiyacını karşılamak için göçmenleri desteklemesi, vasıfsız işçilerin ABD’li vatandaşların maaşlarını düşürmesine yol açıyor. Bu duruma özellikle Demokratların kayıtsız kalmasının nedenini ise, göçmenlerin oylarını kazanma çabası olarak değerlendiriyor. Carlson, iki partinin dünyanın çeşitli bölgelerine istikrarsızlık getiren askeri müdahalelerde birleşmiş olduğunu da vurgulayarak bu agresif dış politika hamlelerinin faturasına dikkat çekiyor. Ona göre bu müdahaleler yalnızca Amerikan dış politikası adına bir başarısızlık örneği değil, aynı zamanda halkın refahını azaltan pahalı ve yıpratıcı bir politika.
Bunların yanında Carlson, iki partinin anayasal hakları hiçe sayarak eleştirileri bastırmak için kendilerine yöneltilen her türlü sorgulamayı otoriteye saldırı olarak değerlendirdiğini iddia ediyor. İfade özgürlüğünün kampüslerden, Silikon Vadisi’nden ve basından adeta sökülüp atıldığını; gazetecilerin ise bağımsız aydınlatıcılar olmaktan çok politikacıların sözcüsü haline geldiğini vurguluyor. Kendisi bu anlamda halkı kontrol etmenin en etkili yolunun, toplumun kendi içinde çatışmasına yol açmak olduğunu vurguluyor ve bu bağlamda kimlik politikalarının yönetici sınıfın en güçlü silahlarından biri olduğunu söylüyor. Bunun sebebi ise basit; Carlson’a göre kimlik politikaları, toplumun çeşitli kesimlerini bölerek iktidar sahiplerinin güçlerini pekiştirmelerine olanak tanıyor.
Peki gelecekten ne beklemeliyiz? Her şeyden önce yapmamız gereken şey gözlerimizi Trump’tan ayırıp onun arkasındaki etmenlere bakmak olmalı. Nitekim Trump’ı ABD’nin —ve dünyanın— şimdiki durumunun tek müsebbibi olarak görmek, hakikati kavramamıza ve gelecekte gerçekleşecek sancılı değişimlere karşı hazırlıksız kalmamıza neden olacaktır. Peki kimdir bu Donald Trump?
Şöyle ki Donald Trump, Sovyetlerin çöküşünden sonra tüm dünyaya “hararetle tavsiye edilen” liberal demokratik değerlerin ve uluslararası sistemin çöküşünü haber veren semptomlardan biri, Fukuyama’nın iddia ettiği gibi tarihin sona ermediğinin, aksine tam gaz devam ettiğinin kanıtıdır. Trump, küreselleşme trendinin gerilediği dönemin baş aktörü, sınırların giderek keskinleştiği zamanın ruhunun özeti ve Batı’da yükselen popülist dalganın daha da güçleneceğinin habercisidir. Bu minvalde Trump’ın yükselişi, aslen bir krizler sistemi olan kapitalizmin yeniden bir çıkmaza girdiğinin göstergesidir. Gramsci 20. yüzyılın başlarında “Eski dünya ölüyor, yenisi doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarların zamanı” demişti. İşte Trump bu anlamda eski dünyanın ölümünün sembolüdür.
Trump’ın gelecekte ne yapacağı sorusu ise netameli bir problem ve buna kesin bir yanıt vermek zor. Ancak kendisinin geleneksel ve müesses nizamla uyumlu Cumhuriyetçi gömleğini giymeyeceğini, kendi gömleğini kendi dikeceğini tahmin edebiliriz. Trump açık bir şekilde ABD’nin yerleşik düzenini değiştirmeye çalışacak, sınırları keskinleştirecek ve dış politikasında daha içine kapanık bir çizgi çizecektir. Bunun yanında 6 Ocak Ayaklanmasıyla ilgili mahkemenin halen devam ettiği düşünüldüğünde, her zaman olduğundan daha agresif bir çehreye bürüneceğini ve makamının kendisine verdiği yetkilerin sınırlarını zorlayacağını da söyleyebiliriz. Her halükârda hem ABD’yi hem de dünyayı zor günlerin beklediği aşikâr. Tarihin veçhesi hangi yöne doğru kıvrılacak, hep beraber bekleyip göreceğiz.
Atar, Mert C. 6 Ocak Ayaklanmasına Giden Yol: ABD’deki Kongre Binası Baskınında Hakikat Sonrası Kavramının Etkisi ve Sosyal Ağ Kitlelerinin Rolü. Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2024.
Butt, Khalid Manzoor ve Mominyar Khalid. “Rise of the Far-right Groups in Trump's America.” Journal of Political Studies, Cilt 25, Sayı 2, 2018, 105-120.
Carlson, Tucker. Ship of Fools: How a Selfish Ruling Class Is Bringing America to the Brink of Revolution, 2018’den aktaran Peter Turchin. End of Times. New York: Penguin Press, 2023.
Demirtürk, E. Lale. Amerika’da Irkçı Söylem ve Şiddet: Siyahları “Öldürme” Politikasının Açılımı. İstanbul: Kopernik Yayınları, 2021.
Hirigoyen, Marie-France. Narsisistler İktidarda. Çev. Ayşen Gür. İstanbul: İletişim Yayınları, 2021.
Kakutani, Michiko. Hakikatin Ölümü. Çev. Çesi Mizrahi. İstanbul: Doğan Kitap, 2018.
Keyes, Ralph. Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma. Çev. Deniz Özçetin. 2. basım. Ankara: Delidolu Yayınları, 2019.
Mudde, Cas. The Far Right in America, New York, Routledge, 2018.
Wardetzki, Bärbel. Siyasette ve Toplumda Narsisizm, Ayartma ve İktidar. Çev. Deniz Cankoçak. 2. basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.