Narin Güran cinayetinin üzerinden 2 ay geçti. Hepimizi derinden sarsan Narin cinayeti, Türkiye’de ağalık sisteminin ve aşiretlerin yeniden gündeme gelmesine neden oldu. Tavşantepe Köyü’nde haftalardır hâkim olan “görmedim, duymadım, bilmiyorum” anlayışı, sorunun kaynağını geçmişte aramamıza neden oluyor. Bu durum için medyada defalarca “suskunluk yasası mı uygulanıyor?” diye soruldu. Aslında pek çok soru var. “Bilenler neden sessiz kalıyor?” veya “Köyde görev yapan muhabirler niçin çocuklar tarafından taşlanıyor?” soruları bunlardan sadece bazıları. Bu cinayetin şifresinin ancak Güran ailesi çözülürse açığa çıkacağı artık çoğunluğun ortak kanaati. Ailenin 6 bin dönümlük arazisinin olması ise “ağalık” diye tabir edebileceğimiz feodal yapıyla hareket ettikleri savını güçlendiriyor.
Peki, sorunu geçmişte aradığımızda karşımıza neler çıkıyor?
Bu yazıda meseleyi Meclis çerçevesinde ele alacağız.
Bu yüzden 1876’dan, Kanun-i Esasi Anayasası’ndan başlamamız gerek.
Aslında Osmanlı’da Avrupa’daki gibi bir feodal yapı yoktu. Köylüler, köle ya da self biçiminde bir yapıda değildi. Özgür insanlar olarak yaşadılar. Bütün topraklar devletin mülküydü. Ancak gerileme döneminde bazı şeyler değişti. Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde ortaya çıkan ağaların aynı zamanda başka bir unvanı vardı. Aşiret reisi olarak kabul ediliyorlardı. Ağalık sistemi Cumhuriyet döneminde toprak reformu ve modernleşme çalışmalarında da önemli unsurlardan biri oldu. Kültürel benliğin inşasında önemli bir köşe taşıydı.
1876 Kanun-i Esasi Anayasası ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda meşruti bir monarşi kurulmuş ve iki meclisli bir sistem ortaya çıkmıştı.
Mebusan Meclisi, halk tarafından seçilen milletvekillerinin oluşturduğu Meclis’ti.
Ayan Meclisi (Ağalar Meclisi) ise padişah tarafından atanan, aristokrat ve toprak sahiplerinin yer aldığı, seçilmemiş bir senato gibiydi. İmparatorluğun seçkin ve varlıklı kişilerini temsil ediyordu.
Ayan Meclisi, meclisin üst kanadını oluşturuyordu. Bu yapı 1908’deki II. Meşrutiyet dönemine kadar sürecek. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte son bulacaktı.
Toprak ağaları her şeyden önce yerel güç odakları demekti. Osmanlı’nın son döneminde hem güç hem de nüfus sahibiydiler. Savaşın gidişatına olumlu ve olumsuz anlamda katkıda bulundular.
Destekleyici rol oynayan ağaların katkısının üç başlık altında toplayacak olursak şunları söyleyebiliriz:
- Yerel direnişin örgütlenmesinde liderlik yaptılar.
- Mustafa Kemal Paşa’yı destekledirler. Özellikle Erzurum ve Sivas kongreleri gibi mücadelenin örgütlendiği toplantılarda kritik rol aldılar.
- Sahip oldukları geniş tarım arazileri ve servetleri sayesinde Kuvâ-yi Milliye hareketine ekonomik ve lojistik destek sağladılar.
Şimdi gelelim madalyanın diğer güzüne. Yani tarafsız kalan ya da karşı olanlara:
- Cumhuriyet’in getireceği değişiklikler konusunda çekinceli olanlar vardı. Sahip oldukları hakları kaybetmekten korktular ve tarafsız kaldılar.
- İstanbul Hükümeti’nin yanında tavır alan toprak ağaları, halifeliğe ve padişaha bağlılığını sürdürdü. İşgale rağmen mevcut düzeni savunmayı tercih ettiler.
Savaşta olumlu ya da olumsuz desteği olan pek çok ağa olmuştu. Kuvâ-yi Milliye Hareketi’ne katılanlar, işgalcilere karşı yerel milis güçleriyle karşı koyan ağalar da vardı. Mücadeleyi destekleyen ağalar arasında sonradan Cumhuriyet meclisinde yer bulma şansı elde edenler oldu.
Mustafa Kemal Paşa, ağaların yereldeki gücünün her zaman farkındaydı. Toplumu iyi okuyan bir subay olması, siyasi bir lidere evrildiği yıllarda ona önemli katkılar sağladı. Ne I. Dünya Savaşı esnasında ne Kurtuluş Savaşı yıllarında ne de Cumhuriyet’in ilk yıllarında ağaların nüfusunu ve gücünü yadsımak mümkün değildi. Atatürk ise bunu en iyi bilen insanlardan biriydi.
Bugün her detayını okuma şansı bulduğumuz Atatürk’ün ağaların gücü ve nüfusu karşısında ne yapacağını kestirmek zor değil. Osmanlı’dan devralınan feodal ve yarı-feodal yapıların dönüştürülmesi gerekiyordu ancak bunu bir anda başarmak mümkün değildi. Savaştan yeni çıkmış Cumhuriyet için bu anlamda en büyük sorunlardan biri de yoksul köylülerin toprak ağalarına olan bağımlılığıydı. Köylüler, ağalara ortakçı ya da yarıcı olarak çalışıyor. Yıllardır devam eden sistem yüzünden ya ağalara ya da taşradaki tüccarlara borçlanıyordu.
Meclis’te ise toprak ağaları da yer alıyordu. Özellikle 1920 ve 1930’larda hem yerel hem de ulusal düzeyde siyasette etkili olan isimler oldu. Ancak onların ortak özelliği Mustafa Kemal Paşa’yı destekleyen isimler olmasıydı. Cumhuriyet’in karşısında ya da muhalifi olan ağalar ise bir anlamda kendi kovuklarına çekilmişti. Ancak bir yere kadar…
Atatürk başta olmak üzere yönetimde faaliyet gösteren kurucu kadronun ortak bir amacı vardı. Ağalık sistemini ve büyük toprak sahipliğini dönüştürmek istediler. Köylülerin refahını artırmak ve modern tarım tekniklerini yaygınlaştırmak istiyorlardı. Atatürk tarımsal reformlar konusunda netti. Ancak toprak reformu ağaların ciddi direnciyle karşılaştı.
Atatürk’ün ölümümden yedi sene sonra Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlüğe girdi. Yasa büyük toprak sahiplerinin topraklarının bir kısmını yoksul köylülere dağıtmayı amaçlıyordu. Ancak yine bir direnç söz konusuydu. Ayan Meclisi ortadan kalkalı neredeyse 40 yıl olmuş, ağalık kâğıt üstünde çoktan sona ermiş ancak uygulamada yaşamaya devam etmişti. Reform uygulamada sınırlı kaldı, köklü bir toprak reformu gerçekleştirilemedi. Ağalar direnmeye devam etti; ekonomik ve siyasi güçlerini de bu uğurda kullandılar.
Takvimler 1950’yi gösterdiğinde iktidara gelen Demokrat Parti, büyük ölçüde ağalar tarafından da destekleniyordu. Siyasete CHP saflarından katılıp sonradan DP’nin kurulmasında rol alan Adnan Menderes de zaten bir toprak ağasıydı. DP, kırsal kesimdeki seçmenler için cazip politikalar üretiyor, bu yönüyle büyük toprak sahiplerinin ve ağaların desteğini kazanıyordu.
Ağaların Cumhuriyet'in modernleşme çabalarına direnç göstermek için artık her zamankinden daha sağlam bir dalı vardı. Geleneksel otoriteleri Cumhuriyet’in modernleşme ve toplumsal dönüşüm politikalarına karşı direnç oluşturmuştu. Özellikle kadınların eğitim alması, seçme ve seçilme hakkı gibi bazı reformlar kırsal bölgelerde ağalar yüzünden karşılık bulmakta güçlük çekti.
Cumhuriyet kurulduğunda en önemli başlıklardan iki tanesi “köylüye eğitim sağlamak ve onu bilinçlendirmek” ile “toprak reformu” olmuştu. İlkine doğrudan hizmet eden Köy Enstitüleri, ağaların da etkisiyle kapatıldı. İkincisi olan toprak reformu ise yıllarca dirençle karşılaşmış, dünya ekonomik krizinin de etkisiyle başarısız olmuştu.
Ağaların kudreti DP ile birlikte Cumhuriyet dönemindeki en güçlü seviyesine çıkmış olsa da Türkiye’de yaşanan sanayileşme ve şehirleşme süreçlerine yenileceklerdi. 1950’lerden sonra kırsal alandaki feodal yapılar büyük ölçüde zayıflayacak, tarımda makineleşme ön plana çıkacaktı. Toprak ağalarının kırsal bölgelerdeki etkisi de azalacaktı. Bu yıllar içinde kâğıt üstünde ağaların bir hükmünün kalmaması demekti. Peki zihinlerde?
Türkiye’nin bazı bölgelerinde ya da köylerinde ağalık artık bir sistemden ziyade bir kültür olarak hâlâ hüküm sürebiliyor. Dün tarım arazilerine sahip olanlar bugün hâlâ sahip olduklarıyla bir insan topluluğuna yerelde hükmedebiliyor. Narin’in cinayeti gibi olağanüstü bir olayda bu kültürel kodlara dönüp bakma gereği duymamız da bu yüzden. Sadece Narin olayında değil, pek çok haksızlığın, hukuksuzluğun hüküm sürdüğü olayda sanki aynı kapıya çıkıyoruz. Bir cümle ifade etmek gerekirse:
“Türkiye’de ağalık bitmedi, sadece şekil değiştirdi” demek mümkün.
Çünkü “feodalite”nin Cumhuriyet’le kavgası devam ediyor.
Görsel Materyal: Depophotos
Kürasyon: Ömer Sirkecioğlu
© 2025 Scrolli. All Rights Reserved. Scrolli Media Inc