Blog
Explore the latest trends, techniques, and tips to enhance your blogging skills and engage readers more effectively.
2019'da yönetmen Ari Aster'in Midsommar'ı (Ritüel) gösterime girdiğinde, son dönemin yeniden yükselişe geçen "yüksek korku" (art horror) akımının neredeyse zirvesi olarak yorumlandı. Halihazırda Aster, Hereditary (Ayin / 2018) ile ses efekti kullanmadan izleyiciyi korkutmayı başarmış yenilikçi bir yönetmen olarak ün kazanmıştı. Midsommar'da ise güneşin hiç batmadığı, tamamen aydınlık bir ortamda bu tutumunu zirveye çıkardı.
Ancak Midsommar'ın tek özelliği tabii ki bu değildi. Midsommar'ın anlatısı, 20. yüzyılın korku anlatılarındaki Hristiyan merkezli, ırkçı ve cinsiyetçi temaları tersyüz ederek "yüksek korku" -terimin kendisine yönelik tartışmalar bu yazının konusu değil- akımının hakkını veriyordu. Nitekim Midsommar, 1973 yapımı korku klasiği The Wicker Man'in (Lanetli Ada) bir nevi yapısökümüydü.
*Bundan sonrası spoiler içerir*
20. yüzyılın folk korku temalarını tam anlamıyla yansıtan The Wicker Man, ilhamını, druidlerin (Kelt paganizminin rahipleri) insanları ve hayvanları birlikte yakarak kurban ettiği iddia edilen efsanevi bir hasır heykelden alıyor. Bu uygulamanın gerçek olup olmadığı üzerine çeşitli tartışmalar olsa da filmin anlatısında büyük ölçüde gerçek kabul ediliyor.
The Wicker Man'de Püriten bir polis çavuşu, yerlilerin hiç var olmadığını iddia ettiği kayıp bir kızı aramak için İskoçya'daki bir adada yer alan köye gidiyor. Sonunda pagan yerlilerin çavuşu tuzağa düşürmek için komplo kurduğu anlaşılıyor. İklimi ve arazilerindeki verimsizliği düzeltmek isteyen İskoç yerliler, çavuşu tıpkı efsanedeki gibi tanrılarına kurban ediyor. Canlı canlı yakılan Çavuş Howie, son sözlerinde yerlileri lanetliyor.
Film korku klasikleri arasında yer alsa da bugün bu anlatı, "vahşi ve sapkın putperestler ile iyi kalpli dindar Hristiyanlar" karşıtlığını tekrarladığı için sıkça eleştiriliyor.
Midsommar ise yerel korku unsurlarını da korumayı başararak bu eleştirinin en iyi örneklerinden birini oluşturdu. The Wicker Man'deki anlatının altüst edildiği bu film, Amerikalı genç bir çiftin İsveç kırsalında geleneksel bir bahar şenliğine katılmasını konu ediyor.
Filmde Florence Pugh ve Jack Reynor'ın canlandırdığı çiftin seyahati üzerinden travmalar, erkeklik, psikolojik şiddet ve daha birçok konu ele alınırken, The Wicker Man'in aksine eleştiri, yerel halkın "pagan" uygulamalarından ziyade kasabaya gelen modern şehir insanının ikiyüzlülüğüne odaklanıyor. Ancak bahar şenliğindeki korku unsurları da korunmaya devam ediyor.
The Witch (Cadı) ve The Lighthouse (Deniz Feneri) ile tanınan yönetmen Robert Eggers da bu yeni yüksek korku akımının en önemli temsilcilerinden biri.
Özellikle 2015 yapımı The Witch ile cadılık anlatısını feminist bir okumayla tersyüz eden Eggers'ın birkaç yıl önce vampir klasiği Nosferatu'yu yeniden çevireceğini duyurduğunda bu yüzden ciddi bir beklenti oluştu.
Açıkçası birçok izleyici, The Wicker Man-Midsommar arasındaki karşıtlığı bu iki Nosferatu filmi arasında da görmeyi umuyordu. Ancak umutlar boşa düştü.
Modern sinema ve edebiyatta vampir anlatıları çeşitli şekillerde ve bağlamda ele alınabilir, ancak bunlar geleneksel olarak oryantalist anlatılardır.
Filistinli-Amerikalı akademisyen ve düşünür Edward Said'in tanımladığı üzere oryantalizm, Batı'nın tarihsel olarak Doğu'yu (genellikle Orta Doğu, Asya ve Doğu Avrupa) egzotik, tehlikeli ve aşağı kültürler olarak resmetmesi anlamına gelir.
Birçok klasik vampir hikayesi de bu temaları yansıtır ve Doğu'yu Batı medeniyetini tehdit eden gizemli, yozlaştırıcı bir güç olarak tasvir eder.
Bram Stoker'ın Drakula'sı (1897), oryantalist vampir anlatısının başlıca örneği. Kont Drakula, modern, rasyonel Britanya ile karşılaştırıldığında karanlık, batıl inançlı ve geri kalmış bir bölge olarak tasvir edilen Transilvanya'da (o zamanlar Osmanlı etkisindeki Avusturya-Macaristan sınır bölgelerinin bir parçasıydı) yaşar. Kontun İngiltere'ye göçü, yabancı istilası, kirlenme ve Batı düzeninin bozulmasıyla ilgili endişeleri sembolize eder. "Rasyonel" İngiliz kahramanlar ile Drakula'nın "ilkel" doğaüstü dünyası arasındaki karşıtlık, oryantalist klişelerle bezenmiştir.
Tabii ki bu, bugün tüm vampir anlatılarının oryantalist olduğu anlamına gelmez. Örneğin Let the Right One In (2004) veya Only Lovers Left Alive (2013) gibi çağdaş vampir filmleri, odak noktasını Doğu-Batı dinamiklerinden uzaklaştırarak yalnızlık, ölümsüzlük ve modern yabancılaşma temalarını gündeme getirir.
Ancak Eggers'ın yeniden çevirdiği 1920 yapımı Nosferatu hikayesi tıpkı Drakula gibi (hatta muhtemelen daha da fazla) oryantalist unsur taşıyan bir anlatıdır.
Nosferatu'nun yeniden çevrimi ilk duyurulduğunda Midsommar'ı akla getiren şey tam da buydu. Zira The Wicker Man ne kadar oryantalist olursa olsun Aster, bu filmden esinlenerek tüm oryantalist anlatıyı tersyüz etmişti.
Bu da bazı izleyicilerin Eggers'ın Nosferatu'sundan daha radikal fikirler beklemesine yol açtı. Ancak yeni Nosferatu, 1920'deki versiyonunun oryantalist ögelerini neredeyse bütünüyle koruyan bir film olarak karşımıza çıktı.
Hem 1920 hem de 2024 yapımı Nosferatu'da Kont Orlok grotesk, fare benzeri, insanlık dışı bir yaratık olmakla birlikte kirletme ve yozlaşma korkularını güçlendiriyor. Kel kafası, uzun parmakları, kemirgen benzeri dişleriyle klasik tasvirini bütünüyle koruyor. Üstelik Eggers'ın filminde Orlok'a sosyal medyada da alay konusu olan bir Osmanlı bıyığı da ekleniyor.
Orlok'un Almanya'ya gelişi de klasik anlatının yeniden üretimi. Orlok, ülkeye kendisiyle beraber fare istilası, veba salgını ve toplumsal yozlaşmayı da getiriyor.
Nosferatu zaten kökeni itibarıyla Yunanca nosophoros, yani "veba taşıyıcı" kelimesinden gelir. Aynı zamanda doğuştan vampir olanlara verilen isimdir de.
Eggers'ın filminde tıpkı 1920 yapımı Nosferatu'da olduğu gibi, Orlok'un Almanya'ya gelişi açıkça veba salgınıyla ilişkilendiriliyor. İki filmde de olaylar 1838'de geçiyor ve kabaca masum Avrupalılar, Transilvanya’dan Bremen’e gelen egzotik bir yabancı yüzünden salgına kurban giderek topluca ölüyor.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupalılar veba başta olmak üzere salgınları sıklıkla doğaüstü unsurlarla, batıl inançlarla ve dini açıklamalarla ilişkilendirmiş olabilir. Oysa bugün artık tarihsel gerçekler çok açık.
O dönemde Almanya ve hatta Avrupa'da, mikrop teorisinin reddedildiği, cerrahların ameliyat öncesi ellerini ve aletlerini yıkamadığı, önceki hastaların kanıyla kaplı önlükleri gururla üstlerinde sergilediği ve hatta ameliyatları gösteriye çevirip ortalık yerde yaptığı artık iyi biliniyor.
Kısacası Eggers'ın bir "yüksek korku" yönetmeni olarak hikayeyi bu şekilde, 17. yüzyılda işleneceği şekilde anlatmayı tercih etmesi eleştirmenlerin tüm övgülerine rağmen türün sıkı izleyicilerinde hayal kırıklığı yarattı.
Bu noktada akla şu soru geliyor: Nosferatu'da hiç mi radikal bir fikir işlenmiyor? Aslında bazı feminist nüveler var.
Filmde Lily-Rose Depp'in canlandırdığı Ellen Hunter karakteri, kadınlara biçilen geleneksel kalıplar ile kendi cinsel arzuları ve aykırı dürtüleri arasına sıkışmış bir kadın. Orlok'un onun üzerindeki etkisi nedeniyle nöbetler geçiriyor ama tıpkı dönemin diğer kadınları gibi o da histerik olarak görülüyor. Yani en azından Eggers'ın anlatmaya çalıştığı tablo bu gibi görünüyor.
Öte yandan filmin karakterleri yeterince derinlikli işlenmediği için bu hisler de seyirciye geçmiyor. Ellen'a biçilen geleneksel rol o kadar güzel bir yaşammış gibi resmediliyor ki karakterin sıkışmışlığını görmek zor. Ellen'ın sevdiği ve onu seven mükemmel bir eşi var ve ona musallat olan yaratık o denli iğrenç ve bencil ki Orlok'a karşı herhangi bir arzu ya da sevgi beslemek seyirci için mümkün değil.
Dolayısıyla Ellen'ın Orlok'tan neden etkilendiği sorusunun cevabı, ancak geleneksel vampir hikayelerinde tasvir edilen vampirin egzotik, baştan çıkarıcı ve ahlak dışı büyüsüyle açıklanabiliyor.
Kaldı ki Orlok'un kendi motivasyonu da hiç net değil. Bill Skarsgård'ın canlandırdığı bu yaratık, filmde sadece görsel olarak var. Skarsgård'a oyunculuğunu sergilemesi için fırsat bile verilmediği gibi Orlok açısından Ellen'ın neden bu denli önemli olduğu da havada kalıyor.
Benzer şekilde yan karakterler de karakterden çok figüran görevi görüyor. Hiçbirinin sergiledikleri eylemlerin ardındaki motivasyonu net değil.
Tüm bunlara Skarsgård'ın yüzündeki gülünç Osmanlı bıyığı da eklenince filmin alt metnindeki hikayeleri bulup çıkarmak son derece zorlayıcı. Kısacası Nosferatu, görkemli görsel diline rağmen, bir korku izleyicisi olarak bende sadece Aster'in bir sonraki filmini bekleme isteği uyandırabildi.
Asla spam email atmayacağız.
Neler bulacaksın 👇
10+ haftanın gündemi
2+ yaşam seçkisi
1+ Scrolli'de öne çıkanlar