Hesaba mı ihtiyacınız var? Üye ol
Kıyıda sıkışmış bir yaşam, dağ kekiği kokusu, sivri kayalar ve sizi zamandan ve mekândan koparan bir rüzgar... 1990'ların İzmir, Karaburun'u; bugünkü yaşam dinamiğinden oldukça uzak, saklı güzellikleri barındıran bir yerdi. Ege Denizi’nin insanı hem hüzünlendiren hem de mutlu eden karmaşık duygularını burada tattım. Yazar John Fowles’ın The Magus kitabında bahsettiği “Ege Melankolisi”, Ege ve Batı Anadolu’da doğan herkesin içinde taşıdığı bir ‘gurbet hissi’ gibiydi. Bu büyü, Ege’den insana kalan derin bir mirastı.
Batı Anadolu ve Anadolu’nun kadim halklarından biri olan Luviler üzerine çalışmalar yürüten Dr. Eberhard Zangger’le gerçekleştirdiğimiz söyleşi sırasında, çocukluğumda hissettiğim bu büyüyü yeniden hatırladım. Batı Anadolu’nun büyüsünü ve gizemini çözme arzusu, Zangger’in Luvilerle ilgili ortaya koyduğu teoriler ve 2014 yılında kurduğu Luvi Çalışmaları Vakfı'nın çalışmalarında karşıma çıktı. Batı Anadolu’yu dünyanın en dengeli ve güzel coğrafyalarından biri olarak gören bizler için Luviler, Zangger’in çalışmaları sayesinde anlam kazanıyor. Çünkü kendisi, bu alanda en nitelikli araştırmaları ortaya koyan az sayıdaki insandan bir tanesi.
Luviler, özellikle Batı Anadolu’da Tunç Çağı'nda varlık göstermiş kadim bir halk olarak karşımıza çıkıyor. Tarihçilere göre MÖ 3000 civarında Anadolu'ya giriş yapan Luviler; ‘Işık insanları’ olarak da biliniyor. Luvilerin konuştuğu dilin, Tunç Çağı’nın sonlarında Hititlerin konuştuğu bölgeden çok daha geniş bir alana yayıldığı biliniyor. Fakat Luvi dili ve Luviler hakkında çalışmalar tüm bu kültürel yoğunluğa rağmen oldukça az.
Kybele Kültürü'ne evrildiği düşünülen Kubaba, Anadolu ve Mezopotamya mitolojilerinde önemli bir dini inanıştı.
Luvilerin dini inanışında Kubaba, bereket, koruma ve şehirlerin hamisi olarak kabul edilen bir tanrıçaydı.
Luvilerin Anadolu'ya M.Ö 3000'lerde geldiği düşünülüyor.
Luviler, MÖ 2. binyıl boyunca Batı Anadolu'da, Ege Denizi kıyılarından doğuda Fırat Vadisi'ne kadar uzanan geniş bir bölgede yaşıyorlardı.
Bölgede, Tunç Çağı’na ait çok sayıda yerleşim höyüğü, günümüzde hala keşfedilmemiş ya da yeterince araştırılmamış durumda bulunuyor.
Hitit İmparatorluğu'nun çöküşünden önce, Luviler bu topraklarda bağımsız şehirlerde ve bölgelerde varlık gösteriyorlardı.
Luviler, Anadolu'daki kültürü özellikle dil ve din alanında derinden etkiliyordu. Luvi dili, Batı ve Güney Anadolu’da geniş bir coğrafyada konuşuluyor ve bu bölgenin yerel halkları arasında önemli bir iletişim aracı olarak kullanılıyordu. Öte yandan, Luvilerin dini inanışları, Anadolu’nun kültürel yapısını şekillendiriyordu. Luviler, Hititlerle etkileşim halinde olmalarına rağmen, kendilerine özgü tanrılar ve dini ritüellere sahiptiler.
Luvi Çalışmaları Vakfı’nın yayınları ve Luviler hakkındaki görüşleri nedeniyle konuştuğumuz İsviçreli jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger; Luvilerin, akademi dünyasında ve tarih yazımında Avrupamerkezcilik nedeniyle göz ardı edildiğini belirtiyor. Zangger, Batı Anadolu’daki Luvilerin, Hititler kadar büyük ve önemli bir medeniyet kurmuş olmasına rağmen, Avrupa merkezli tarih yazımında yeterince yer bulmadığını savunuyor. Bu yaklaşımın, Luvilerin tarih sahnesindeki kritik rollerini gölgede bıraktığını ifade eden Zangger; söyleşi içerisinde uygarlığın daha fazla tanınması gerektiği konusunda güçlü argümanlar öne sürüyor.
Dr. Eberhard Zangger: Dünyanın en ünlü arkeolojik alanı Türkiye’nin batısında olmasına rağmen, Batı Anadolu’nun erken dönem uygarlıkları sıklıkla göz ardı edildi. Bunun büyük ölçüde tarihsel koşullardan kaynaklandığına inanıyorum. Arkeologlar ilk olarak Pompeii, Herculaneum, Mısır’daki piramitlere ve Teb’e gittiler. Schliemann, 1870’te Truva’ya ulaştı; bu, arkeoloji açısından oldukça erken bir dönemdi ve o dönemdeki ilk sistematik kazılardan biriydi. Ancak, sonrasında ilgi Yunanistan’a kaydı ve Miken, Tiryns ve Orchomenos’ta kazılar yapıldı.
Schliemann’ın Tunç Çağı üzerindeki çalışmaları çığır açıcıydı, ancak o döneme kadar arkeoloji ve ilgili disiplinler – antik tarih, filoloji ve sanat tarihi gibi – neredeyse tamamen klasik Yunan ve Roma kültürlerine odaklanmıştı. Milet ve Efes gibi yerlerde kazı yapan uzmanlar öncelikle bu dönemlere yoğunlaşıyordu ve bu gelenek devam etti.
Daha sonra Türkiye, kendi arkeologlarını yetiştirmeye başladığında, bu arkeologlar Avrupa’da – Almanya, Fransa ve Macaristan gibi yerlerde – eğitim aldılar ve aynı klasik, Avrupamerkezci bakış açısı orada da hakimdi. Bu yüzden Türkiye’ye döndüklerinde, genellikle Yunan ve Roma yerleşimlerine odaklanmaya devam ettiler. Bugün bile bu durum geçerliliğini koruyor, oysa Anadolu kültürleri, bu uygarlıklardan bin yıl öncesine dayanan, zengin ve keşfedilmemiş tarihler sunuyor. Luviler Çalışmaları Vakfı’nın doldurmayı amaçladığı boşluk da işte tam olarak bu.
Arkeoloji oldukça basit bir prensip üzerine çalışır: dikkat çekmek için büyük, somut keşifler yapmanız gerekir. Teorik modeller ilginçtir, ancak fiziksel olarak gün yüzüne çıkarılıp sunulabilecek bir şeyin cazibesi veya etkisiyle aynı seviyede değillerdir. Bu, hem akademik dünya hem de genel kamuoyu için geçerlidir. Bu yüzden erken dönem arkeologlar sıklıkla kraliyet merkezlerine, kalelere, saraylara ve tapınaklara odaklandılar – kazıların zamanını, maliyetini ve çabasını haklı çıkaracak olağanüstü buluntulara ulaşmayı umuyorlardı.
Bir noktaya kadar bu yaklaşım işe yaradı. Ancak aynı zamanda bir dengesizlik yarattı. Uzun yıllar boyunca krallar hakkında çiftçilerden daha fazla şey öğrendik, çünkü çiftlik evleri gibi daha küçük yerleşim yerleri büyük ölçüde göz ardı edildi. Neyse ki bu durum son on yıllarda değişmeye başladı. Ancak Batı Anadolu ve Luviler söz konusu olduğunda hâlâ önemli bir boşlukla karşı karşıyayız. Yerel bir Luvi kralının tek bir başkentinin bile yerini bilmiyoruz. Bölgedeki onlarca küçük krallık olması gerekirdi, ancak bunların hiçbir kraliyet merkezi kazılmamış durumda. Bu, acil bir ilgi gerektiren bir alan. Eğer yerel bir kralın başkentini kazabilirsek, çığır açıcı keşifler için büyük bir potansiyel bulunuyor. Belgeler, belki bir arşiv bile bulmak, Luviler hakkındaki anlayışımızdaki boşlukları doldurmak için paha biçilemez olur ve bu antik kültürlerin akademik dünyadaki profiline önemli bir katkı sağlayabilir.
MÖ 1200 civarında, Doğu Akdeniz’de büyük bir kültürel kırılma yaşandı. Bu dönem Truva Savaşı gibi olaylarla bilinir; ancak aynı zamanda Deniz Halkları'nın istilalarının da yaşandığı bir dönemdir. Mısır belgelerinden ve hatta tasvirlerinden, bu halkların nasıl göründüğüne dair oldukça iyi bir fikrimiz var. Bir koalisyon oluşturmuşlardı ve kayıtlara göre stratejik bir planları vardı. İlk olarak Kıbrıs’a, ardından Suriye’ye saldırdılar ve güneye, Mısır’a doğru ilerlediler. Anahtar sorular şunlar: Bu halklar nereden geldi? Amaçları neydi? Ve sonrasında onlara ne oldu?
Yıllar önce, Deniz Halklarının Batı Türkiye’den geldiği hipotezini öne sürdüm. Deniz Halklarına ait gemilerin en erken görüldüğü yer, Türkiye’nin güneybatı kıyılarıydı. Ayrıca Ugarit Kralı, aynı bölgeye asker gönderdiğini belirmişti. Bu ve diğer ipuçları, benim görüşüme göre Batı Türkiye’yi onların kökeni olarak işaret ediyor. Deniz Halklarının istilaları ve Truva Savaşı, aynı geniş çaplı çatışmanın farklı yönleriydi. Bu, kesinlikle basit bir neden-sonuç ilişkisine dayanan bir durum değildi. Aksine, uzun süreli ve karmaşık bir çatışmaydı ve sonuçta herkes kaybetti. Bu, insanlık tarihindeki en büyük çöküşlerden birine yol açtı.
Luvilerden bahsederken esasen Batı Anadolu halklarından bahsediyoruz. Pergamon ve Milet gibi antik yerleşim bölgelerinde Tunç Çağı katmanlarını daha derin kazmalıyız. Efes’te bunu yapmak mümkün değil, çünkü klasik kalıntıların altında Tunç Çağı’na ait bir katman yok. Çünkü Efes gibi kıyı yerleşimleri, kıyı şeridinin zamanla kayması nedeniyle binlerce yıl boyunca üst üste şehirler inşa etmedi; kıyı şeridi değiştikçe yerleşim yerlerini taşıdılar. Klasik Yunan ve Roma yerleşimlerinden bin yıl daha eski olan yerleşimleri bulmak için daha iç bölgelere yönelmemiz gerekiyor, burada daha eski yerleşimlerin korunmuş olması muhtemel.
Fakat öncelikli hedeflerden biri, Arzawa’nın başkenti olan Apaşa’nın yerini bulmaktır. Apaşa, en büyük Luvi krallığıydı ve bu keşfin yapılma zamanı çoktan geldi. Bir diğer umut verici bölge ise yaklaşık 100 metre çapında küçük bir höyük olan Beyköy’dür. Buranın bir yerel kralın merkezi olduğunu biliyoruz, dolayısıyla daha fazla bulgu keşfetme olasılığı oldukça yüksek. Bunların dışında, biz araştırmaya değer yaklaşık 500 siteyi içeren bir katalog da oluşturduk.
Luvileri, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin batı kısmındaki Orta ve Geç Tunç Çağı krallıkları olarak tanımlıyorum. Bu bağlamda, Truva, kıyıda Çanakkale Boğazı yakınında yer aldığı için Luviler arasında çevresel bir konuma sahipti ve bu konum, Truva'nın Luvi devletleri arasındaki rolünü önemli ölçüde tanımlıyor. Sınırda yer alan Truva, hem kuzeyden hem de güneyden gelen etkilere maruz kalıyordu. Farklı zamanlarda bu bölgelerden gelen yöneticilerin Truva’yı yönetmiş olması mümkün. Yönetim, bazen Luvi kralları, bazen Trakya kökenli yöneticiler arasında değişmiş olabilir, ancak Luvi kültürü Truva'nın kimliğinin büyük bir parçası olarak kalmaya devam etti.
Truva Savaşı'na gelince, bunu aslında Deniz Kavimleri istilalarına karşı bir tepki olarak görüyorum. Benim modelimde, Deniz Kavimleri, saldırılarını başlatmak için Truva’da toplandı. Batı Türkiye’deki tüm devletler bir araya gelip Hititlerle savaşmak ve denizden bir saldırı için anlaştılar. Çünkü karadan yapılacak bir saldırı Hitit kralına haftalar öncesinden haber verebilirdi, ancak denizden gelen bir saldırı neredeyse hiç uyarı vermeyecekti. Böyle bir stratejiyi gerçekleştirmek için Luvi krallıkları birleşik bir filo inşa etmek zorundaydı. Bu filonun Truva’da toplandığını düşünüyorum, çünkü Çanakkale Boğazı yakınındaki konumu nedeniyle Truva, denizcilik konusunda en fazla uzmanlığa sahipti.
Truva’nın, Luvi dünyası içinde özellikle güçlü olduğunu düşünmüyorum. Bu krallıklar arasında baskın bir konumda değildi; sadece filonun inşa edildiği ve Deniz Kavimleri’nin toplandığı yerdi. Buradan Kıbrıs’a, ardından Suriye’ye saldırılarını başlattılar. Bu kampanya başarılı oldu ve Hitit Krallığı'nın çöküşüne yol açtı. Kısa bir süre için Luviler, Kenan’a ve Mısır sınırına kadar uzanan geniş bir bölgeyi yönettiler, ancak bu egemenlik muhtemelen sadece birkaç yıl sürdü.
Miken Yunanlıları, kendileri de küçük krallıklara bölünmüş olmalarına rağmen, Luvilerin stratejisini gözlemlediler ve bunu taklit etmeye karar verdiler. Luvilerin güçlerini birleştirip bir donanma kurduklarını gördüler ve "Eğer Luviler bunu yapabiliyorsa, biz de yapmalıyız," diye düşündüler. Böylece kendileri de bir koalisyon oluşturdular ve bir donanma inşa etmeye başladılar; bu süreç muhtemelen iki ya da üç yıl sürdü. Homeros’un İlyadası, Miken krallıklarından 1186 geminin doğuya doğru yola çıktığı bir gemi kataloğu sunuyor. Doğrudan Truva’ya gitmediler; önce yaklaşık iki düzine Luvi liman kentini saldırıya uğrattılar ve yok ettiler. Sonuçta, belirleyici çatışma Truva’da birleşik Luvi krallıkları ile birleşik Miken krallıkları arasında gerçekleşti.
Özetle, Mikenler, Luvilerin askeri yaklaşımını kopyaladılar. Bu mantıklı, çünkü küçük krallıkların kendi başlarına başarılı olma şansı çok azdı. Örneğin, Mısır oldukça birleşikti ve Mısırlılar Kenan’a saldırdıklarında 300’den fazla küçük kralı karşılarında buldular. Bu küçük şehir-devletler, Mısır ordusunun gücüne karşı durabilmek için birleşmek zorundaydı. Koalisyon oluşturmak, o dönemde yaygın bir uygulamaydı; bunu İlyada’da, Deniz Halklarıyla ilgili yazıtlarda ve Kadeş Savaşı’nı anlatan kayıtlarda görüyoruz.
Truva Savaşı, mitolojide Truvalı Paris'in Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’i kaçırmasıyla başladığına inanılan efsanevi bir savaş olarak biliniyor.
Aslında Truva Savaşı'nın mitolojik başlangıcı, "Altın Elma" olayıyla başlar. Nifak Tanrıçası Eris, "En Güzele" yazılı altın bir elmayı düğüne atar ve Hera, Athena, Afrodit arasında bir güzellik tartışması çıkar.
Truvalı Paris, Afrodit’e elmayı verir, çünkü Afrodit ona dünyanın en güzel kadını Helen’i vaat eder. Paris’in Helen’i kaçırması, Truva Savaşı’nı başlatır.
Dürüst olmak gerekirse, şu ana kadar Türk hükümetinden herhangi bir destek almadık. Hatta ne yaptığımızla pek ilgilendiklerini bile sanmıyorum. Durumun bir yönü bu. Diğer yandan, önümüze engel de koymadılar; çalışmalarımızı sürdürmemize izin verdiler. Genel izlenimim, bu çalışmalara çok fazla önem vermedikleri yönünde. Bu üzücü bir durum, çünkü bu konuda konferans verdiğimde aldığım ilk soru genellikle "Türk hükümeti bu konuda ne düşünüyor?" oluyor. Çünkü insanlar, bu kayıp Anadolu uygarlıklarının araştırılmasıyla Türkiye’nin küresel itibarını artırma potansiyelini fark ediyorlar. Ancak hükümet henüz bunun farkına varmış değil. Bu, bence önemli bir fırsatın kaçırılması anlamına geliyor.
Son 150 yıldır Türkiye’deki arkeolojik çalışmalar, ağırlıklı olarak Yunan ve Roma yerleşimlerine odaklanıyor. Türkiye’de birçok arkeolojik çalışma yürütülüyor olsa da, bunların büyük çoğunluğu, Türkiye topraklarındaki Avrupa kültürleriyle ilgili ve zengin Anadolu uygarlıklarına yeterince odaklanılmıyor. Bu Avrupamerkezci yaklaşımı aşmak inanılmaz derecede zor, çünkü akademik itibarlar bu doğrultuda şekillenmiş durumda. Herkes bu Avrupamerkezci düşünce yapısına sahip olduğunda, bu anlayıştan kopmak neredeyse imkansız hale geliyor. Benzer bir yaklaşımı benimsemezseniz iş bulma, izin alma veya fon sağlama şansınız çok düşük. Herkes aynı düşünce tarzına hapsolmuş durumda.
Bu durumu büyük bir hata olarak görüyorum. Arkeolojiyi daha az dinamik hale getirdi. Daha az öğrenci arkeolojiye ilgi gösteriyor, akademik pozisyonlar doldurulamıyor, profesörlükler boş kalıyor ve arkeolojik enstitüler kapanıyor. Yeni keşifler yapamıyoruz, çünkü 120 yıldan daha eski bir ideolojiye sıkışıp kaldık.
Dr. Eberhard Zangger
Alper Aşınmaz
Luvi Çalışmaları Vakfı (Luwian Studies)
Kürasyon: Pergamon Drone: bodrumsurf, Silyon Drone: Ravil_S, Paris by noe-3d.at on Sketchfab, Black basalt stela of the goddess Kubaba by The British Museum on Sketchfab, GeoJSON: Luwian Studies